Anarko-Kapitalizm Bir Ütopya mıdır? Modern Örnekler İle Çok Merkezli Hukuku Anlamak




Yazan: aliceninkutuphanesi


Söyler misiniz bana? bugüne kadar toplam kaç defa Anarko-kapitalizm üzerine bir tartışmaya dâhil oldunuz? Kaç defa, böylesi bir toplumsal düzenin nasıl bir şey olduğunu ve nasıl bir şekilde işleyeceğini bir başkasına anlatmaya çalışırken, kelimeler arasında yolunuzu kaybettiğinizi, düşüncelerinizin birbirine dolanarak sizi âdeta boğduğunu hissettiniz? Belki de, üzerinde mutlak bir egemen güç bulunmaksızın düzenli ve uyumlu bir biçimde işleyen bir toplum fikri, zihninizde hâlâ yerli yerine oturmamış olabilir; Bazı yönleri sizi ikna etmiyor, hatta kimi zaman bu düşünceyi tam anlamıyla sindirememenin huzursuzluğunu taşıyor olabilirsiniz. Ben Alice ve bugün sizlerle Anarko-kapitalizm ve onun temelinde yatan hukuki çok merkezciliğin daha iyi bir şekilde kavranması için kullanılabilecek bazı modern örnekler ve zihin egzersizleri ile ilgili konuşmak istiyorum. İnsan aklı, doğası gereği sınırlı bir yapıya sahiptir; Bundan dolayı bilmediği, deneyimlemediği her şey karşısında bir korku ve kaygı duygusu taşır, zira zihin yalnızca bildiği ve güvendiği dünyada huzur bulabilir, yabancı olan her şey ise potansiyel bir tehdit olarak algılanır. Entelektüel faaliyetlerin yüksek soyutlamalar ile, karmaşık düşünsel yapılar ile şekillenen, analitik düşünme becerisi gerektiren doğası, insanlığın büyük çoğunluğunun sahip olduğu zihinsel konfor alanının dışında yer almakta; bu alanlara yönelik bilişsel bir yönelim ya da yetkinlik arayışı ise nadiren görülmektedir. insanlar, sahip oldukları mevcut inançlar ile benzerlik gösteren yeni fikirlere karşı daha az direnç gösterir ve bu fikirleri kabul etme sürecinde daha kolay ikna olurlar. Bugün, dünya üzerindeki insanların ezici bir çoğunluğu için anarko-kapitalizm sözcüğü, akıl sınırlarını zorlayan ve anlaşılması güç bir toplumsal düzen tasarısını ima etmektedir. Bence az önce öne sürdüğüm iddialara katılıyorsunuz. Bırakın anarko-kapitalizm gibi radikal bir fikri, tüm devlet hastanelerinin kapatılması ve sağlık sübvansiyonlarının kesilmesi gibi çok daha temel ve anlaşılabilir bir reformu bile savunmaya veya insanlara anlatmaya çalışmak biz Liberteryenler için sıklıkla dehşet verici iletişim başarısızlıkları yaratmaktadır. Henüz yumuşak bir klasik liberalizme bile yaklaşamayan inançlara sahip olan ortalama insanın anarko-kapitalizmi entelektüel bakımdan tatmin edici bir şekilde kavrayabilmesi için çabalamak, açıkçası bana biraz anlamsız geliyor. Burada daha liberteryen bir dünyaya ulaşmak için halk aktivizmi ve liberteryen propaganda yapmanın nerede, ne zaman, ne ölçüde ve nasıl etkili olabileceği konusunda tartışma niyetinde değilim. Bu kanalın liberteryen takipçileriyle liberteryenler olarak daha çok insana ulaşamadığımız için dertleşmek niyetinde de değilim. Bugün anarko-kapitalizmin ve onun temelinde yatan çok merkezli hukuk düzeninin daha kolay anlaşılması için size bazı düşünme teknikleri öğretmek ve bazı örnekler göstermek niyetindeyim. Anarko-kapitalizm, devletin zorlayıcı tekelinin reddedildiği ve tüm toplumsal ve ekonomik etkileşimlerin gönüllülük esasına dayandığı bir siyasi felsefedir. Bu çerçevede merkezi bir yer işgal eden kavramlardan biri "çok merkezli hukuk toplumu" fikridir. Peki, anarko-kapitalist teorinin merkezinde yer alan bu "çok merkezli hukuk" kavramı ne anlama gelmektedir? Kısaca tanımlamak gerekirse, çok merkezli hukuk, tek bir merkezi ve nihai otoritenin kontrolü altında bulunmayan, aksine çeşitli bağımsız hukuk sağlayıcılarının etkileşimiyle ortaya çıkan hukuki düzen olarak tanımlanabilir. Bu tanımın daha kapsamlı bir şekilde anlaşılabilmesi için öncelikle "hukuk sağlayıcısı" kavramının açıklanması gerekmektedir. Bir faaliyet olarak hukukun içerdiği üç ayrı faaliyet grubunu tanımlayarak başlayacağım. Bu faaliyetler hukuk kurallarının yaratılması, bu kuralların yorumlanarak somut hukuki uyuşmazlıklara uygulanması yani yargılama ve bu yargılama süreci sonucunda ortaya çıkan yargı kararlarının yerine getirilmesi, yani icra ve infazdır. İngilizce literatürdeki karşılığı "polycentric law" olan “Çok merkezli hukuk” kavramının ayrıntılı bir şekilde incelenmesine geçmeden önce, bu kavramla sıklıkla karıştırılan ve bu nedenle öncelikle açıklanıp ayrıştırılması gereken bir diğer kavram olan “çok hukukluluğun” ele alınması önem arz etmektedir. “Çok hukukluluk”, diğer bir deyişle "legal pluralism", en genel anlamıyla aynı türden hukuki anlaşmazlıklara tatbik edilebilecek, birbirinden farklı ve eş zamanlı olarak yürürlükte bulunan hukuki normların mevcudiyetini ifade etmektedir. Belirtmek gerekir ki, bu iki kavram farklı düzeylerde kesişim gösterebilmek ile birlikte, zorunlu bir örtüşme ilişkisi söz konusu değildir. Nitekim, çok merkezli bir hukuki yapı, tek bir hukuk sistemini barındırabileceği gibi, tek merkezli bir otorite tarafından tesis edilmiş bir düzen içerisinde de çok sayıda farklı hukuk kuralının varlığı mümkündür. Bu ayrımı somutlaştırmak adına Hindistan örneği açıklayıcı bir zemin sunmaktadır. Hindistan'da, evlilik müessesesi söz konusu olduğunda en az üç farklı kanun kodunun varlığı dikkat çekicidir. Hindistan yasama organı, farklı dini ve kültürel grupların varlığını ve bu grupların evlilik konusundaki geleneksel uygulamalarını dikkate alarak, İslami hukuk prensiplerine istinaden akdedilen evlilikleri, Hindu gelenek ve göreneklerine uygun olarak tesis edilen evlilikleri ve dinî referanslardan bağımsız, seküler bir hukuki çerçevede düzenlenen evlilikleri yasal olarak tanımaktadır. Örneğin Hindu bir çift, dilerse 1954 tarihli Özel Evlilik Yasası uyarınca seküler bir evlilik gerçekleştirebilir; ya da 1955 tarihli Hindu Evlilik Yasası kapsamında, Hindu dini normlarına dayalı bir evlilik tercih edebilir. Çiftin hangi yasa kapsamında evlendiği, tarafların evlilikten doğan hak ve yükümlülüklerini belirleyecektir. Ancak dikkat çekilmesi gereken nokta, her iki yasanın da aynı merkezi yasama organı tarafından tesis edilmiş olması ve evliliğin hangi hukuki rejime tabi olduğuna bakılmaksızın, ortaya çıkabilecek hukuki ihtilafların aynı Hindistan mahkemeleri tarafından çözümlenecek olmasıdır. Aynı şekilde, mahkeme kararlarının icrası da, seçilen hukuk normundan bağımsız olarak, Hindistan emniyet teşkilatı aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Bu örnek, çok hukuklu bir düzenin, tek bir merkezi otorite tarafından oluşturulduğu, yorumlandığı ve icra edildiği bir durumu açıkça ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, bu bağlamda hukuk sağlayıcı ve uygulayıcı tek bir merkezi erk bulunmaktadır. Bu durum, tek merkezli bir yapıda çoklu hukuk normlarının var olabileceğini ve dolayısıyla çok hukukluluk kavramının, hukuksal otoritenin veya kaynakların çoğulluğu anlamına gelmediğini net bir şekilde göstermektedir. Konumuz olan hukuki çok merkezliliğe dönecek olursak, hukukun içeriğini oluşturan temel faaliyetlerden ilki, hukuk kurallarının yaratılması işlemidir. Hukuk kurallarının yaratılmasının, bu kuralların yorumlanmasından ne ölçüde bağımsız bir faaliyet olduğu sorusu, canlı ve önemli bir hukuk felsefesi tartışması alanı teşkil etmekle birlikte, bu videonun kapsamı dâhilinde yer almamaktadır. Bu bağlamda, bahsi geçen iki faaliyet arasında makul bir ayrımın mevcut olduğu kabul edilecektir. Hukuk kurallarının yaratılması kavramı, ilk bakışta bir ülkenin yasama organı olan parlamentosunun, örneğin hırsızlık fiilini tanımlayan, yasaklayan ve bu yasağın ihlaline yönelik bir yaptırım tesis eden kanunları akla getirebilir. Fakat hukuk kurallarının yaratılması kavramı, bu dar çerçevenin çok ötesine uzanan, çok daha geniş ve kapsamlı bir nitelik arz etmektedir. Bir belediyenin kendi yetki alanı dahilinde bulunan yapıların azami yüksekliğini belirleyen bir imar planını yürürlüğe koymasından tutun, anayasal değişikliklerin halkın oyuna sunulduğu referandum süreçlerine kadar uzanan geniş bir yelpazedeki tüm işlemler, hukuk kurallarının yaratılması sürecinin birer parçasını oluşturmaktadır. Sözleşmelerin de hukuk kuralı yaratma sürecinin bir parçası olduğu göz ardı edilmemelidir. Zira, bir satıcıdan alınan bir ton buğday karşılığında belirli bir meblağın ödenmesinin taahhüt edildiği bir sözleşme, taraflar açısından bağlayıcı bir normatif düzenleme tesis etmekte, dolayısıyla hukuki bir kural işlevi görmektedir. Hukuk fakültelerinde kullanılan klasik jargonla sözleşmelerin, “tarafların anayasası’’ olarak anılmasının sebebi budur. Başka bir örnek vermek gerekirse, yedi arkadaşın bir araya gelerek kurduğu bir derneğin iç işleyişini ve yönetimini düzenleyen tüzüğünde yönetim kuruluna aidat belirleme yetkisinin tanınması ve yönetim kurulunun, bu tüzükte belirtilen yetkiye istinaden, örneğin 4'e karşı 3 oy gibi bir oy çokluğuyla mevcut aylık aidat miktarını artırma kararı alması da bir hukuk kuralı yaratım sürecini teşkil eder. Özetle, hukuk kuralları, çeşitli aktörlerin davranışlarını ve etkileşimlerini düzenler. Ortalama bir insanın hukuka ilişkin idrâkı, normatif yetkinin üretebileceği hukuksal düzenlemelerin kapsam ve niteliğinin, hiyerarşik olarak daha üst düzeyde konumlanan bir otorite tarafından açık bir biçimde belirlendiği hukuki yapılanmalara yönelik bir alışkanlık sergilemektedir. Örneğin, bir derneğin kurucusu tarafından oluşturulan yönetim kurulu, yalnızca dernek üyeleriyle ilgili kararlar alma yetkisine sahiptir; bu kararların, dernek dışındaki üçüncü şahısların eylemleri üzerinde herhangi bir düzenleyici etkisi bulunmamaktadır. Benzer şekilde, X Belediyesi'nin oluşturduğu bir imar planının, Y Belediyesi'nin coğrafi sınırları içerisindeki arazi kullanımını regüle etmesi hukuken mümkün değildir. Bu durumun temelinde, her iki yerel yönetim biriminin de yetki sınırlarının merkezi yasama organı olan parlamento tarafından önceden ve normatif olarak belirlenmiş olması yatmaktadır. Aynı doğrultuda, Devlet Su İşleri Müdürlüğü, bir yiyeceğin "Adana Kebabı" adıyla satılması için içinde ne kadar biber bulunması gerektiğini belirleyen bir gıda yönetmeliği çıkaramaz çünkü bu kurumun faaliyet alanı, onu kuran kanunda tanımlanmış olan işler ile sınırlıdır. Ayrıca, sıradan bir insan, hukuk kurallarının yaratılma süreçlerinin belirli bir katı hiyerarşi içinde olmak zorunda olduğuna dair bir düşünceye sahip olma eğilimindedir ve bu kanaati sıklıkla çevresindeki gözlemler yoluyla edinir. Örneğin, bir ülkenin parlamentosunun 100 metreden yüksek yapılaşmayı yasaklayan bir kanun çıkarması halinde, bir belediye meclisinin 200 metrelik yapılara izin veren bir imar yönetmeliğinin yürürlükteki pozitif hukuka aykırı olduğu yönündeki çıkarım, bu hiyerarşik anlayışın bir sonucudur. Belediye meclisinin yönetmelikleri, parlamentonun kanunlarına uygun olmak zorundadır; üstün olan hukuk kaynağı kanundur. Biz bunu 'normlar hiyerarşisi' veya 'Kelsen Piramidi' olarak adlandırıyoruz. Bir belediyenin kendi yetki alanı dahilinde azami bina yüksekliğini elli metre ile sınırlandıran bir imar yönetmeliği yürürlükteyken, bir arsa sahibi ve inşaat firmasının bu yönetmeliğe aykırı olarak yüz metrelik bir bina inşa etmek üzere yapacağı sözleşmenin pozitif hukuk nezdinde geçerlilik kazanmaması da bundan dolayıdır. Ortalama bir insan, kural koyma yetkisinin sınırları daha üst bir kural koyucu otorite tarafından çizilmemiş olan kişi ve kuruluşların hukuk normları tesis etme süreçlerini idrak etmekte zorlanmaktadır. Bu şekilde düşünmek ona yabancıdır. Ayrıca, bağımsız kişi ve kurumların, ortak bir üstün otorite tarafından tesis edilmiş net bir hiyerarşik yapı olmaksızın, karşılıklı ve gönüllü müzakereler yoluyla hukuk normları oluşturma süreçlerini kavramakta da zorluk çekmektedir. Halbuki bunlar hukuki çok merkezcilik söz konusu olduğunda çok temel prosedürlerdir. Yargılama, hukuk sağlayıcılığını teşkil eden diğer bir faaliyettir. Mahkemeler, önceden tesis edilmiş hukuk normları çerçevesinde hukuki ihtilafları çözüme kavuştururlar. Örneğin, bir ton siyez buğdayı alımı için taraflar arasında yapılan bir sözleşmede, satıcının taahhüt ettiği türden farklı bir ürün olan kavılca buğdayını teslim etmesi durumunda, alıcının başvurabileceği hukuki süreç, yargılamadır. Bu süreçte mahkemeler, teslim edilen ürünün sözleşmeye uygun olup olmadığını tespit etmenin yanı sıra, siparişin gecikmesi ve dava masrafları gibi zararların tazminat miktarını da belirlemekle yükümlüdür. Bu bağlamda hâkimler, kanunlar, sözleşmeler ve yönetmelikler gibi çeşitli hukuk kaynaklarını kullanarak somut olayda haklı tarafı tespit etmeye çalışırlar. Ortalama bir insanın yargılamadan anladığı şey, etrafında gördüğü devlet yargılamasıdır ve bu sebeple hukuki çok merkezciliği anlamakta zorluk çeker. Ortalama bir insanın yargılama faaliyetine dair devlette gördüğü tipik şey, hangi konuda ve nitelikte olursa olsun gelecekte doğacak bir hukuki uyuşmazlık konusunda nihai kararı verecek tek ve ortak bir yüce devlet mahkemesinin varlığıdır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi bir istisnayı şimdilik konuyu anlamak için bir kenara bırakalım. Ortalama bir insanın günlük hayatında yaşayabileceği her türlü hukuki uyuşmazlık için nihai kararı verecek otoriteye değişmez bir biçimde sahip tek bir üst mahkemenin varlığıyla tanımlanan şey, hukuki düzenin biricik örneğidir bu insana göre. İster komşunuzla yumruklaşın, ister X belediyesi Y belediyesinin yetki alanındaki kaldırımlara müdahale etmiş olsun, ister sözleşmeye aykırı nitelikte bir buğday size teslim edilsin, asla değişmeyecek ve onu tercih etmek için aktif bir müzakereye katılmadığınız bir yüce mahkeme bu uyuşmazlıkta nihai kararı verecektir ve uyuşmazlık tamamen noktalanacaktır. Vanilya gibi sade. Ortalama insanın hukuk algısı budur. Farklı zamanlarda ve farklı konularda nihai yargısal kararın farklı mahkemeler tarafından verilebileceği, bu nihai yargı yetkisinin kime verileceğinin aktif müzakereler yoluyla belirlenebileceği gibi fikirler ona yabancıdır. Hukuk sağlayıcılığı bağlamında ele alınması gereken nihai faaliyet türü, yargısal kararların infazı, diğer bir deyişle icrasıdır. Bir mahkemenin bireylere yönelik tazminat ödeme yükümlülüğü getirmesi, hürriyeti kısıtlayıcı bir ceza tesis etmesi veya boşanma sonucu mülkiyetin el değiştirmesine hükmetmesi gibi durumlarda, bu kararların hayata geçirilmesi zorunluluğu doğar. Bu infaz süreci, kolluk kuvvetleri, icra memurları ve infaz memurları gibi kamu görevlileri aracılığıyla tesis edilir. Ortalama bir insan, karşı konulamaz derecede güçlü, tek bir icra organının mevcut olduğu hukuk uyuşmazlığı örneklerini düşünmeye alışkındır ve bu yüzden hukuki çok merkezciliği kavrayamaz. Buğday örneğine dönecek olursak, davanın sonucu ne olursa olsun mahkemenin kararını uygulayacak tek bir kolluk teşkilatı vardır ve bu kolluk teşkilatının yapmak istediği şeyi zorla yapmasına karşı direnebilecek hiç kimse de denklemde yoktur. Ortalama bir insan, güçleri birbirine yakın ve birbirinden tamamen bağımsız, yani üzerlerinde ortak bir yönetici bulunmayan iki kolluk teşkilatının işin içinde olduğu bir davayı duyduğu an dehşete kapılır. Bu noktada artık, ortalama bir insanın sorgulanamaz bir şekilde benimsediği ve alternatif bir hukuk düzeninin mümkünlüğünü reddetme eğiliminde olduğu dünyanın genel bir resmini çizebiliriz. Buna göre, tesis edilebilecek her bir kuralın nasıl ve ne sınırlar çerçevesinde tesis edilebileceğini belirleyen tek bir üstün ve değişmez kural koyucu otorite mevcut olmalıdır. Aksi takdirde, kuralsızlık ve öngörülemezliğin hâkim olduğu kaotik bir durum söz konusu olacaktır. Meydana gelebilecek herhangi bir hukuki uyuşmazlık, bu kural koyucu üstün otoritenin nihai kuralları da dahil olmak üzere tüm kuralları yorumlamaya yetkili, değişmez tek bir yüce yargı organı tarafından nihai karara bağlanmalıdır. Aksi takdirde, hukuki uyuşmazlıklar asla çözülemeyecek ve herkes, adaleti kendi lehine yontacak sayısız farklı mahkemelerde ömrünü çürütecektir. Son olarak, yargısal kararların icrası, yalnızca karşı konulamaz tek bir kolluk kuvvetinin sorumluluğunda olmalıdır. Aksi takdirde, güçlü olanlar adaletten kaçınacak, sürekli savaş ve çatışmalar yaşanacaktır. İşte, ortalama bir insanın hukuk algısı bu şekildedir. Hatta, hukuk sağlayıcılığının bu üç faaliyetini yerine getirecek birbirinden ayrı kurumların varlığından ve tüm uyuşmazlıkların yalnızca bu kurumlar aracılığıyla çözüme kavuşturulmasından bile bahsetmiyorum. Bu üç faaliyet, birbirinden ayrı üç tekelci kurum tarafından değil, adeta simbiyoz halinde birlik olmuş tek bir kurum, yani devlet tarafından YERİNE GETİRİLMELİDİR! BAŞKA BİR HUKUK SÖZ KONUSU DAHİ OLAMAZ! Çok merkezli hukuk, esasında az önce saymış olduğum üç temel hukuki faaliyetin, tek bir merkezi otoriteye tabi olmaksızın, birbirinden bağımsız aktörler tarafından yerine getirildiği bir hukuk düzenini ifade eder. Bu tür bir hukuki düzenin kavramsal olarak anlaşılmasının ve daha da önemlisi, salt teorik bir kurgudan ibaret olmadığına ikna olmanın en etkili yolu, tarihsel ve güncel çok merkezli hukuk örneklerinin incelenmesidir. Avusturya okuluna mensup düşünürler, apriori metodolojinin entelektüel erdemleri üzerinde ne kadar dururlarsa dursunlar, çoğu insan için ikna süreci, doğrudan gözlem ve deneyime dayalı ampirik kanıtlarla şekillenir. Yukarıda parodileştirdiğimiz “ortalama insanın” hukuk anlayışına ilişkin abartılı tasvirin aksine, gerçekte pek çok insan hukuki çok merkezciliğe karşı bu denli kör değildir. Her ne kadar çoğu insan, uluslararası hukuka dair sistematik bir bilgiye veya derinlikli bir kavrayışa sahip olmasa da, “anarşist hukuk” ya da “hukuki çok merkezcilik” gibi kavramlar söz konusu edildiğinde, bu çoğunluk tarafından genellikle kulaktan dolma bilgiler aracılığıyla da olsa konuya ilişkin birtakım fikirler beyan edilmektedir. Hatırı sayılır miktarda insan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi veya Uluslararası Ceza Divanı gibi bazı uluslararası yargı organlarının varlığından haberdardır. Uluslararası ticaret şirketlerinin, deniz taşımacılığının ve barışı arzulayan devletlerin uluslararası arenada "hukuka benzer bir şeye" sahip olduğuna dair bir his bulunmaktadır insanların içinde. Mevcut uluslararası hukuk ve düzene ilişkin korkutucu derecedeki cehaletin yanı sıra, milliyetçi arzular, komplo teorileri ve doğru düşünmeye yönelik teşviklerin yokluğu gibi faktörlerin etkisiyle, uluslararası hukuki düzen sıklıkla adaletsiz, yetersiz ve potansiyel olarak büyük ölçekli çatışmalara zemin hazırlayan istikrarsız bir yapı olarak algılanmaktadır. Her şey zaten Amerika’nın oyunu! Dünyayı 10 büyük şirket, Yahudi Lobisi ve Masonlar yönetiyor değil mi? En güçlü olanların zalimce hüküm sürdüğü uluslararası düzen ve İkinci Dünya Savaşı gibi savaşlar da zaten her şeye hakim bir devlet olmadan hukuk olamayacağını kanıtlıyor! Bu ve bunun gibi saçma iddialara kaç kere tahammül ettiniz? Başınızın döndüğünü hissediyorum! Bu sebepten ötürü, uluslararası hukuk, anarko-kapitalizm ve hukuki çok merkezlilik kavramlarını anlamak ve bu konularda öngörülerde bulunmak için potansiyel bir başlangıç noktası teşkil etse de, bu alana ihtiyatla yaklaşmak gerekmektedir. Zira uluslararası hukuk ve düzenin karmaşık yapısını kavramak kolay değildir ve hukuki çok merkezliliği anlamaya yönelik bir başlangıç noktası olarak uluslararası hukuku ele almak, önemli bir entelektüel çaba gerektirmektedir. Bununla birlikte, uluslararası hukuk hakkında bilgilendirmek istediğimiz ortalama insan, bu konuda çok sayıda temelsiz hurafeye, önyargıya ve hatalı pozisyona sahip olma eğilimindedir. Dahası, Uluslararası düzenin temel aktörleri olan devletlerin yöneticileri, olası bir anarko-kapitalist düzende öne çıkacak olan kâr odaklı anonim şirketler ile karşılaştırıldığında, oldukça farklı teşvik yapılarına sahiptir. Devlet yöneticileri, heterojen seçmen gruplarının beklentilerini tatmin etmeye çalışmaktan, iktidarlarını hedef alan oligarşik yapıları bertaraf etmeye kadar uzanan geniş bir yelpazede, rasyonel karar alma süreçlerinden sapmaya yol açan çeşitli ve sapkın teşviklere sahiptirler. Salt bir biçimde kâr amacı güden anonim şirketlerin aksine, devlet yöneticilerinin sahip olduğu teşvikler, onları çoğu zaman kendi çıkarlarına hizmet eden, ancak geniş toplumsal kesimler açısından olumsuz sonuçlar doğurabilecek politika tercihleri geliştirmeye yönlendirmektedir. Peki, çok merkezli hukuki düzenin anlaşılmasında uluslararası hukuk ne tür imkânlar sağlar? Tarihsel örnekler, yeni sistemlerin ve teknolojilerin ortaya çıkışında mevcut bilgi birikimi ve teknik becerilere sahip aktörlerin dönüştürücü rolünü açıkça ortaya koymaktadır. Örneğin, ilk ateşli silah üreticilerinin saat ustaları ve çilingirler olduğu gözlemlenmektedir. Erken Modern Dönemde bu zanaatkârlar, ateşli silah teknolojisinin evriminde kritik bir rol oynamışlardır zira söz konusu dönemde hassas mekanik sistemler konusundaki uzmanlıkları tartışılmazdır. Nitekim, erken dönem tabanca mekanizmalarından biri olan çarklı ateşleme sistemi, prensip olarak, kurmalı saatlerin karmaşık dişli yapılarından esinlenen bir saatçi ustası tarafından geliştirilmiştir. Benzer şekilde, uzay programlarının başlangıcında ilk astronotların jet pilotları arasından seçilmesi tesadüfi değildir. Bu pilotlar, ekstrem çevresel koşullar altında yüksek irtifalarda görev yapma ve ileri teknoloji kullanımı konusundaki derin bilgi birikimleri sayesinde bu alanda öncü olmuşlardır. Bir diğer çarpıcı örnek ise topun icadıdır; ilk top döküm ustaları, kilise çanı ustalarıydı. Bu durum, her iki nesnenin de benzer döküm teknikleri ve metal işleme becerileri gerektirmesinden kaynaklanmaktadır. Nitekim, biçimsel ve yapısal açılardan da top ve kilise çanı arasında dikkat çekici benzerlikler bulunmaktadır. Bu türden tarihsel analojiler ışığında, uluslararası hukuk teorisi ve pratiği, günümüzde henüz tesis edilmemiş olan, devlet tekelinin kırıldığı ve bağımsız hukuk sağlayıcılarının normatif çerçeveler oluşturduğu gelecekteki bir anarko-kapitalist toplumun anlaşılmasında öncül bir analitik araç teşkil etmektedir. Ben, Anarko-kapitalist bir toplumun doğasını izah etmek amacıyla, uluslararası deniz hukukunu örnek bir model olarak kullanmayı sıklıkla tercih ediyorum. Zira günümüz dünyasında anarko-kapitalizme en yakın işleyiş biçimi, uluslararası deniz hukukunda gözlemlenmektedir. Bu analizi derinleştirmek için, devletlerin toprak egemenlikleri dâhilinde uyguladıkları geleneksel "hukuk" anlayışı ile deniz hukukunun çok merkezli hukuki yapısı arasındaki temel farklılıkları incelemek gerekmektedir. Mevcut devlet sistemleri içerisinde bireylerin en değerli varlıkları arasında yer alan taşınmaz mallar olan konutlar, araziler ve işyerleri, bu mülklerin bulunduğu devletin hukuki egemenliği altındadır. Devletin hukuk kuralı oluşturma hiyerarşisinde, söz konusu mülklerin sahiplerinin üzerinde konumlanan bir otorite tarafından aksi yönde bir düzenleme yapılmadığı sürece, mülkiyet sahipleri bu varlıklar üzerinde diledikleri gibi tasarrufta bulunabilirler. Örneğin, bir otel işletmecisi, kendi tesisinde alkollü içecek servisi yapabileceği gibi, İslami prensiplere uygun bir işletme modeli benimseyerek alkol satışını yasaklama yönünde bir iç hukuk kuralı da tesis edebilir. Ancak bu otonomi, devletin hukuk kuralı yaratma hiyerarşisinde daha üst bir merciin (örneğin, parlamento) alkol kullanımını genel olarak yasaklaması durumunda ortadan kalkacaktır. Bu durumda, alkollü içecek servisi yapan bir otel işletmek için yegâne seçenek, aşılması güç bürokratik engelleri ve yüksek maliyetleri göze alarak devletin coğrafi egemenlik alanının dışına çıkmak, yani göç etmek olacaktır. Uluslararası sularda ise hiçbir bir devletin yargısal tekeli bulunmamaktadır; zira uluslararası sular hiçbir devlete ait değildir. Şimdi, Farz edelim ki, bir yük gemisi inşa ederek uluslararası sulara açılmayı ve yük taşımacılığı faaliyeti ile ekonomik kazanç elde etmeyi planlamaktasınız. Bu durumda yapmanız gereken ilk işlem, geminiz için herhangi devletten belirli bir yıllık ücret karşılığında bayrak kiralaması gerçekleştirmektir. Bayrağını taşıdığınız devletin belirlediği yasal düzenlemelere ve yönergelere uymakla yükümlüsünüzdür ve bu devlete kira benzeri bir ödeme yaparsınız; bu durum, fiiliyatta o devletin hukuk kuralı oluşturma hiyerarşisinin bir parçası olmanız anlamına gelir. Örneğin, Suudi Arabistan bayrağı taşıyan bir gemide alkollü içecek bulundurulması, Suudi Arabistan yasalarınca yasaklanabilir. Suudi Arabistan genel olarak alkolü yasaklamış olsa da, sigara içmek hâlâ serbesttir ve siz, geminizde sigara içilmesini yasaklama konusunda bir otonomiye sahip olabilirsiniz. Bu bağlamda, geminize kabul edeceğiniz mürettebat ile aranızdaki akdedilen sözleşmede yer alan sigara içme yasağı, bir tür özel hukuk kuralı teşkil edecektir. Eğer devletin sunduğu koşullar sizin için uygunsa, Suudi Arabistan devleti nezdinde bayrak kiralaması gerçekleştirebilirsiniz. Alternatif olarak, bayrak kiralama ücretini ve yasal düzenlemelerini uygun gördüğünüz başka bir devletin bayrağını ücret karşılığında kiralama seçeneğiniz de bulunmaktadır. Bayrak devleti, gemi içerisindeki hukuki ihtilafları çözmekle yetkilidir. Bir örnek üzerinden açıklamak gerekirse, gemi içerisinde bir mürettebatın diğerine tokat atması durumunda ortaya çıkan hukuki uyuşmazlık, Suudi Arabistan Devleti tarafından Mekke şehrinde bir şahsın diğerine tokat atmasıyla aynı hukuki çerçevede çözüme kavuşturulacaktır. Tokat yiyen mürettebatın şikâyeti üzerine Suudi mahkemeleri davaya bakacak, saldırgan mürettebat Suudi Arabistan ceza infaz kurumlarından birine gönderilebilecektir. Bu devasa yük gemisini, Suudi Arabistan bayrağını aldığı andan itibaren Mekke şehrinin yeni bir mahallesi olarak değerlendirmek mümkündür. Buraya kadar anlatılanlar, tekelci hukuk modeline benzerlik arz etmekle birlikte, tek bir kritik farklılık söz konusudur: gemi sahibi, ödeme koşullarını ve yasal düzenlemelerini uygun bulduğu farklı bir devletin bayrağını kullanmaya başlama konusunda tamamıyla serbesttir. Bayrağını taşıdığınız devlet, uluslararası sularda sizin himayeciniz konumundadır. Şayet geminize bir saldırı vuku bulursa veya hukuki bir ihtilaf yaşamanız durumunda, bayrak devletiniz haklarınızı savunacak ve sizin menfaatleriniz doğrultusunda mücadele edecektir. Unutulmamalıdır ki, bayraklar yalnızca kumaş parçalarından ibaret olup, asıl koruma mekanizmasını teşkil eden, o bayrağın temsil ettiği devletin uluslararası arenadaki nüfuzu ve gücüdür. Örneğin, Arjantin bayrağı taşıyan bir gemi, bu gemiyi gören tüm aktörlere şu mesajı iletir: "Ben Arjantin Cumhuriyeti, şu kadar askeri güce, şu kadar silah kapasitesine, uluslararası camiada şu kadar müttefike ve şu kadar ekonomik kaynağa sahibim. Bu gemi, benim egemenlik alanımın bir parçasıdır ve bu gemiye zarar veren, karşısında beni ve müttefiklerimi bulacaktır." Peki, farklı devletlerin bayraklarını taşıyan iki geminin uluslararası sularda bir sorunla karşılaşması halinde ne tür bir mekanizma işleyecektir? Örneğin, Norveç bandıralı bir geminin İsveç bandıralı bir gemiye çarpması durumunda hukuki süreç nasıl ilerleyecektir? İşte bu noktada çok merkezli hukuk sistemi devreye girmektedir. Norveç ve İsveç, kendi bağımsız hukuk kuralı oluşturma ve yargılama hiyerarşilerine sahip olup, her iki devletin de kendi kolluk kuvvetleri bulunmaktadır. Ancak, bu tür bir durumda devletler arasında bir savaşın çıkması olası değildir. Zira savaş, korkunç derecede maliyetli ve yıkıcı sonuçlar doğuran bir olgudur. Havadan para yaratma ve vergi toplama tekeline sahip bir devlet gibi bir varlık için bile savaşlar, ekonomik ve sosyal açıdan ağır tahribata yol açmaktadır. Bu nedenle, bir deniz kazasının ardından devletler arasında silahlı bir çatışma yaşanması beklenmez. Bunun yerine, devletler arasında çıkabilecek deniz uyuşmazlıklarının çözümü için önceden özel tahkim mahkemeleri veya müzakere metodları belirlenmiştir ve söz konusu sorunlar bu kurumlar aracılığıyla çözüme kavuşturulur. Norveç ve İsveç bandırası taşıyan gemilerin birbirlerine çarpması durumunda, hukuki ihtilaf derhal önceden akdedilmiş sözleşmelerle belirlenen uluslararası tahkim mahkemesine intikal eder ve bu iki devletin yargısal yetkisi dışında konumlanan özel bir tahkim şirketi, deniz kazalarına ilişkin önceden tesis edilmiş olan kurallar çerçevesinde tahkim yargılaması yoluyla uyuşmazlığı çözüme kavuşturur. Bu sayede üçüncü bir hukuk sağlayıcı aktör de denkleme dahil olmuş oldu: iki devletin önceden mutabık olduğu özel tahkim mahkemesi! Bu yapı sayesinde, gemi sahibi olarak dilediğiniz devletin hukukuna tabi olma imkânınız bulunmaktadır. Otel örneğinde söz konusu olanın aksine, alkol yasağı uygulayan bir bayrak devletinin hukuki egemenliğinden kurtulmak için herhangi bir coğrafi veya bürokratik engeli aşmak zorunda kalmazsınız. Tek yapmanız gereken, Suudi Arabistan bayrağı yerine Panama bayrağı kiralamaktır. Dahası, devletler daha hızlı, daha ekonomik, daha verimli ve daha az bürokratik bayrak hizmetleri sağlamak için birbirleri ile rekabet içerisindedirler, zira bayrak devletinizin sunduğu koşullardan memnun kalmamanız halinde, başka bir devletten bayrak kiralaması gerçekleştirme serbestliğiniz bulunmaktadır. Bu rekabet ortamı sayesinde, Hong Kong ve Singapur gibi birkaç milyonluk nüfusa sahip proto-neo-kameralist ülkeler, sundukları ucuz, hızlı ve etkili hizmetler neticesinde, tek başlarına ABD ve Çin'in toplamından daha fazla sayıda gemiye bayrak kiralaması sağlamaktadırlar. Günümüzde bayrak piyasasına hâkim olan bu devletler, uluslararası hukuk literatüründe "elverişli bayrak" ülkeleri olarak adlandırılmaktadır. Özellikle, yoğun regülasyonlarını gemi sahiplerine dayatmakta ısrarcı olan Avrupa devletlerinin elverişli bayrak ülkelerini engellemeye yönelik girişimlerine inat, mevcut bayrak piyasası, anarko-kapitalist bir toplumda sahip olabileceğimiz özgürlüğün somut bir örneği olarak karşımızda durmaktadır. Peki, gemilerin ücret karşılığında diledikleri devletin bayrağını kullanarak o devletin hukuk hiyerarşisinin bir parçası olabilmeleri mümkünken, aynı durum neden oteller için de geçerli olmasın? Neden özel siteler, toplu konutlar, kooperatif köyleri, özel olarak inşa edilmiş otoyollar veya pamuk plantasyonları bu inanılmaz özgürlüğe sahip olmasın? Neden mevcut düzendeki yaklaşık 200 bayrak devleti ve onların geleneksel hukuki hiyerarşileri ile yetinmek zorundayız? Uluslararası sularda gemileri koruyan unsur, bayrağın fiziksel varlığı değil, devlet olarak adlandırılan yapının uluslararası arenadaki nüfuzu ve gücüdür. Devletin uluslararası sularda bize kiraladığı gerçek değer, nüfuz ve güç değil midir? O halde, belirli miktarda silah edinip askerî personel istihdam eden ve kâr elde etmek amacıyla nüfuzunu kiralayan özel güvenlik şirketleri neden bu koruma hizmetini sunmasın? İşte, bu noktada vardığımız sonuç, saf bir Anarko-Kapitalizmdir. Anarko-kapitalist bir toplumu anlamanın bildiğim en iyi yollarından birisi de anarko-kapitalist bir hukuk düzeninin daha anlaşılır ve yumuşak bir formu olan, arazi tabanlı anarko-kapitalizm denilebilecek bir model ile başlamaktır. Bu modelin temelinde, büyük ölçekli özel şirketlerin yaptıkları sözleşmelerle geniş arazi mülkiyeti edinmesi ve yeni kuracakları bu düzen içerisinde yaşayacak olan bireylere, kapsamlı bir hizmet paketi çerçevesinde güvenlik, yargısal mekanizmalar, temel altyapı ve benzeri hizmetleri sunması bulunmaktadır. Hukuki bir ihtilafın kendi sınırlarının ötesine taşması durumunda ise, çözüm mekanizmaları, günümüzdeki Avustralya ve Yeni Zelanda arasındaki bazı hukuki işbirliği örneklerinde görüldüğü üzere, ilgili tarafların karşılıklı mutabakatı ile tesis edilecek tahkim, arabuluculuk yahut diğer özel hukuk temelli uyuşmazlık giderme yöntemlerinin uygulanması öngörülmektedir. Bu bağlamda, arazi temelli anarko-kapitalizm modelinin, çok sayıda bağımsız ve küçük ölçekli egemen devletin var olduğu uluslararası sistem ile işlevsel bir benzerlik gösterip göstermediği sorusu önem kazanmaktadır. Her iki senaryoda da, farklı hukuki ve idari otoritelerin varlığı açıktır. Ancak, temel bir ayrım noktası mevcuttur: Hâlihazırdaki devletlerin aksine, Bu tarz anarko-kapitalist modeldeki işletmelerin, sahip oldukları tüm araziyi, bireysel mülk sahipleriyle yapılan karşılıklı ve gönüllü anlaşmalar temelinde edinmeleri mecburidir. Kamulaştırma söz konusu değildir; devletin otoritesi ve gönüllülük arasındaki belirsizlik söz konusu değildir. Bu iki sistem arasındaki temel farklılık, Robert Nozick'in tabiriyle, tarihseldir. Bu tarz bir Anarko-kapitalist model, egemenliğin ahlaki açıdan kabul edilebilir ve gönüllü süreçler sonucunda tesis edildiği bir başlangıç noktasına dayanırken, mevcut devletlerin tarihsel gelişim süreçleri genel olarak farklı ve zorlayıcı unsurlar içermektedir. Ancak işlevsel olarak bunun bir önemi bulunmamaktadır. Bir kez kurulduktan sonra, bu tarz anarko-kapitalizm, çok sayıda küçük ülkenin olduğu bir dünya ile aynı şekilde çalışır. Gerçekten de, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi, üzerinde herhangi bir üst otorite bulunmayan iki ayrı egemen aktör arasında yaşanan bir hukuki uyuşmazlığın nasıl bir şekilde çözüme kavuşturulduğuna dair neredeyse hiçbir bilgiye sahip olmadığınızı, fakat bu tür uyuşmazlıkların uluslararası ilişkilerde son derece yaygın olduğunu fark etmek sizi ciddi biçimde şaşırtabilir. Yunanistan’daki bir çiçek satıcısının Letonya’daki müşterisine bir festival için sattığı çiçekleri tıra yüklediğini ve bu tırın Sırbistan’da kaza yaptığını varsayalım. Geciken teslimat yüzünden festival tezgahını açamayan Letonyalı müşteri, tazminat davasını nerede açacaktır? Tazminat sorumluluğu Letonya , Yunanistan ya da Sırbistan borçlar kanunlarından hangisine göre değerlendirilecektir? Tırın yükünü, yani telef olan çiçeklerimizi sigortalayan sigorta şirketi sigorta tazminatını ödemezse onu nerede dava edeceğiz? Kazaya dair delilleri kim toplayacak? Eğer Yunan çiçekçimiz tazminat ödemeyi reddederse, Letonya mahkemelerinden aldığımız mahkeme kararına dayanarak çiçekçinin Yunanistan’daki arabasını haciz yoluyla sattırmak için nasıl bir prosedür izleyeceğiz? Eğer hukuki alanda uzmanlığı bulunan küçük azınlığa mensup değilseniz bu soruların cevaplarını nasıl bulacağınızı bilmeyeceksiniz. Fakat, her gün sayısız benzeriyle karşılaşılan bu tür hukuki uyuşmazlıklar, hukuki çok merkezciliğin aslında yabancı olmadığı bir dünyada yaşadığımızı ortaya koymaktadır. Bu durum, sıradan insanların işleyiş detaylarına vakıf olmasalar bile bu tür bir düzende yaşamayı başarabildiklerini kanıtlar niteliktedir. Letonya mahkemeleri Yunan çiçekçimizi tazminat ödemeye mahkum ettiğinde, Letonya ordusu çiçekçimizin arabasını haczetmek için savaş başlatmıyor ve Yunanistan ve Letonya orduları birbirleri ile savaşmaya başlamıyor biliyor muydunuz? Her türlü anarko kapitalist model aslında bundan çok da ütopik bir şey vaat etmiyor size. Murray Rothbard’ın belirttiği üzere: Tek bir dünya hükümetinin gerekli olmadığını bir kez kabul eden biri, ayrı devletlerin izin verilebilirliği konusunda mantıksal olarak nerede durur? Eğer Kanada ve Amerika Birleşik Devletleri kabul edilemez bir “anarşi” durumu içinde olmakla suçlanmadan ayrı birer ulus olabiliyorsa, neden Güney, Amerika Birleşik Devletleri'nden ayrılamasın? New York Eyaleti Birlik'ten? New York Şehri eyaletten? Manhattan bölgesi Şehirden? Her mahalle? Her blok? Her ev? Her bir birey? Anarko kapitalizmin denenmiş bir şeyle ilişki kurulamaz acayip bir fikir olmadığı gerçeği özellikle arazi tabanlı anarko kapitalizm durumunda sizin için çok daha net olacaktır. Dünyada New York’un meşhur Central Park’ından daha küçük yüz ölçümüne sahip devletlerin varlığını sürdürdüğünü ve onlarca devletin ya hiç ordusunun olmadığını ya da birkaç bin kişilik ordulara sahip olduğunu öğrenmek bu durumu daha da net kılabilir. Hatta mülkiyet sahiplerinin rızasıyla edinilen araziler üzerinde tesis edilecek anarko-kapitalist bir düzen düşüncesi, böyle bir sistemin nasıl hayata geçirilebileceğine dair bir yol haritasını da ima etmektedir bize: Adem-i merkeziyetçilik anarko kapitalizme giden yoldur! Örneğin, bir işletmenin Teksas’ın Meksika Körfezine bakan kıyılarının orada genişçe bir arazi satın alması zorlu bir süreç değildir. Bu arazide, anayasa işlevi görecek bir yönetim planı, kooperatif sözleşmesi veya şirket esas sözleşmesi hazırlamak ve ardından, Norveç'in İsveç'ten ayrılmasına benzer bir şekilde, yeni bir yargı yetkisi oluşturmak mümkündür. Meksika Körfezi'nin Monako'suna hoş geldiniz! Böyle bir senaryo, aynı zamanda arazi tabanlı bir anarko-kapitalist düzen kurulurken arazi satın alacak olan işletme ve arazi sahibi arasındaki satış sözleşmesinin hakeminin kim olacağı sorusunu da pratik bir şekilde çözecektir: Kendi içinden yeni bir yargı yetkisi yaratacak olan devlet, kendi kendisinin tasfiye memuru olacaktır! Örnek senaryoda bu tasfiye memuru elbette Amerika Birleşik Devletleri’dir! Burada böyle bir noktaya gelmenin yolları üzerine tartışmak değil niyetim. Yalnızca anarko kapitalist düzenin işleyişine dair temel bir kavrayış oluşturmak istiyorum sizde. Bugün size hukuki çok merkezcilik üzerine düşünürken veya bunu başkalarına anlatmayı kolaylaştırmak için size soyut ve temel bir kavrayış yaratmayı başardığımı umuyorum. Böyle bir düzenin işleyişine dair detaylı ve probleme dayalı analizlerin yapılması ile, dünyada bu tarz bir düzeni kurmak için planlanmış ya da halihazırda yürütülmekte olan girişimlerin incelenmesi, bence son derece önemlidir. İnsanların Güney Kore’den ithal edilmiş telefonları her gün cebinde taşıdığı ama o telefonu Kore’den ceplerine getiren hukuki düzen hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediği dünyamızda pek çok insanın rolü belki de hukuki çok merkezciliği anlamak değil de yalnızca çok merkezli hukuk düzenine sahip bir dünyada yaşamak olacak, tıpkı şimdi olduğu gibi!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İsrail Bir Apartheid Ülkesi midir? Hayır

Michael Huemer - İsrail-Arap Meselesini Neden Çözemiyoruz?