Lipton Matthews - Yerli halklar Doğa ile Uyum İçinde mi Yaşıyordu? Konu biraz karmaşık
Çağdaş ekolojik hareketin önde gelen klişelerinden biri, pre-kapitalist bir
düzende yaşayan yerli halkların doğal kaynakları yönetme konusunda özellikle
becerikli olduklarıdır. Bu gruplar medyada sıklıkla doğal çevre ile uyum içinde
olarak tasvir edilmektedir. Kuşkusuz birçok yerli grup animisttir ve bu nedenle
doğaya büyük saygı duyuyor olabilir. Ancak doğaya saygı duymak, kişinin doğal
çevre üzerinde zararlı etkisi olan faaliyetlerde bulunmasını engellemez. Yerli
halklar dünyaya saygı duyabilir ancak bilgilerindeki eksiklikler nedeniyle çevreye
zarar veren uygulamalar gerçekleştirebilirler.
Öte yandan, tüm yerli halkların çevreci olduğunu ya da doğayla manevi bir ilişki
içinde olduğunu varsaymamalıyız. Aslında çok az sayıda yazar yerli halkların
uygulamalarının ardındaki pratik düşünceleri sorgulamaktadır. Birleşmiş
Milletler Gıda ve Tarım Örgütü'nün 2017 tarihli bir makalesinde yaptığı şu
açıklamaya bakınız: "Yerli halklar kendilerini doğaya bağlı ve içinde yaşadıkları
çevreyle aynı sistemin parçası olarak görürler. Doğal kaynaklar ortak mülkiyet
olarak kabul edilir ve bu şekilde saygı görür." Bu temelsiz görüşleri haklı
çıkarmak için nadiren delil sunulsa da, bu durum önde gelen yazarlar tarafından
bu tür görüşlerin yayılmasını engelleyemiyor.
Radikal çevrecilerin temelsiz iddialarının aksine, araştırmalar yerli halkların doğa
ile ilişkilerine dair daha gerçekçi bir değerlendirme ortaya koymaktadır. Örneğin
Calvin Martin'in öne sürdüğü gibi, Doğu Algonkian Kızılderililerinin hayvanlara
duyduğu saygı korkudan kaynaklanıyordu. Sahip oldukları dünya görüşüne göre,
aşırı avlanma vahşi yaşam tarafından cezalandırılmayla sonuçlanabilirdi.
Dolayısıyla, bu bağlamda korumanın temelinde çevrecilik değil, pratik gerçekler
yatıyordu.
Dahası, araştırmalar yerli toplumlarda dini inançların hayvanların korunması için
her zaman iyiye işaret etmediğini ortaya koymuştur. Martin W. Lewis 1992
tarihli Green Delusions adlı kitabında, çevresel yıkıma neden olan uygulamaların
alışılmadık değil, yerli toplumlar için tipik olduğu yönündeki argümanı ortaya
koymaktadır. Lewis'e göre, "Dünyanın pek çok farklı yerinde ilkel denilen halklar
tarafından aşırı avlanma meydana gelmiştir. Anlaşıldığı üzere, avcı-toplayıcılar ve
(avcı çiftçiler) bazen avlarını sürdürülebilir olmayan bir şekilde katletmekle
kalmıyor, aynı zamanda bazı durumlarda dinleri tarafından bu şekilde
davranmaya teşvik edilmiş oluyorlardı." Bu nedenle, Brightman (1993) Cree
Kızılderililerinin inanç sisteminin gelişigüzel avlanmayı engellemek yerine teşvik
ettiğini savunmaktadır. Toplumlarında, ruhlar tarafından verilen tüm ödülleri
kabul etmeyi reddetmek, artık onların armağanlarına ihtiyaç duymadıklarını
gösterir. Bu nedenle, arzı yenilemek için hayvanlar çok sayıda öldürülürdü. Bu
inançlar, hayvanların ölümden sonra yeniden doğduğu fikriyle yer değiştirmiştir.
Benzer şekilde antropolog Shepard Krech, The Ecological Indian (1999) adlı ufuk
açıcı eserinde çevrecilerin görüşlerine zıt çok sayıda örnek sunmaktadır. Krech,
birçok durumda Amerikan Kızılderililerinin mistik inançlarının yaban hayatına
oldukça zararlı olduğu argümanını öne sürmektedir. Krech, aşırı avlanmanın
gelecekteki ödülleri güvence altına almak için bir strateji olduğunu, çünkü
yerlilerin bu hayvanların öldürülmedikleri takdirde avcılara karşı temkinli
olmaları için kendi türdeşlerini uyaran duyarlı varlıklar olarak gördüklerini ileri
sürmektedir.
Bu bağlamda, geleneksel yerli halklar çağdaş toplumlarda yaşayan bireylerden
farklı değildir. İnsanlar, gelişmişlik düzeyleri ne olursa olsun, kendi çıkarlarını
diğer türlerin çıkarlarından üstün tutacaktır. Amerikan yerlilerinin bizon
avcılığına yaklaşımı, yerli bir toplumdaki insan merkezciliğin mükemmel bir
örneğidir. Tarihçi Andrew C. Isenberg'den alıntı yapacak olursak, "Büyük
Ovaların atlı bizon avcıları gibi pre-kapitalist toplumlar bile bazen bağımlı
oldukları kaynakları israf etmeye ve bozmaya meyilliydi. Kızılderililer ve Great
Plains çevresi arasında değişmeyen, uyumlu bir ilişki olduğunu varsaymak, hem
Kızılderili kültürünü hem de doğayı durağan olarak sınıflandırır."
Yerli halklar ve çevre arasındaki ilişkiyi inceleyen araştırmalar, medya ve
çevreciler tarafından ortaya atılan hayali iddiaların tam tersi sonuçlar ortaya
koymuştur. Larry Schweikart 2002 yılında bu ilişkiyi detaylandıran kanıtları
incelediği etkileyici çalışmasında şu görüşlere yer vermektedir: "Kızılderililer
tarafından kontrollü olarak yakılan ateşler çoğu zaman kontrolden çıkmış ve
modern yangın söndürme ekipmanları olmadığı için ormanların içinden geçerek
önlerine çıkan her şeyi yok etmiştir. Geyik, kunduz ve kuşların hepsi bazı
bölgelerde zaten yok olma yolundaydı, çünkü Kızılderililer tarafından yapılan
avlanmanın ötesinde doğal yırtıcılar ve meydana gelen afetler bu hayvan
türlerini seyreltti." Daha yakın tarihli araştırmalar, Alaskalı yerli avcıların
eylemlerinin çok sayıda türün yok olmasına yol açtığını ortaya koymuştur.
Yerli halkların çevrenin tutkulu koruyucuları olduğu imajı iyice yerleşmiş bir
inanış olsa da, pek çok durumda bunun tersi geçerlidir. Şimdiye kadar birçok
yerli halkın uygulamalarının hayvanlar üzerinde olumsuz etkileri olduğunu
gördük. Dahası, çevreciler tarafından söylenenin aksine, tüm yerli halklar
doğasever değildir. Raporlar, Endonezya ve Solomon Adaları yerlilerinin
ormanda gezinirken eğlence olsun diye sık sık her türden bitki örtüsünü ortadan
kaldırdıklarını göstermektedir. Filipinler'deki Agta'lar ağaç kesmekten
çekinmiyor ve Thomas Headland'a göre "soludukları havayı çoğu sanayi
ülkesinden çok daha fazla kirletiyorlar".
Din ve yıkıcı tarım uygulamalarının yanı sıra, yerli toplumlarda israfın ve
kaynakların tükenmesinin en önemli nedenlerinden biri, özellikle avcı-toplayıcı
topluluklarda mülkiyet haklarının eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Çevrecilerin
söylemlerine rağmen, doğa kolektivist ekonomik sistemler altında daha iyi
durumda değildir. Nobel ödüllü Douglass C. North şöyle demektedir: "Kaynaklar
üzerinde ortak mülkiyet hakları mevcut olduğunda, üstün teknoloji ve öğrenme
edinimi için çok az teşvik vardır. Buna karşılık, mülk sahiplerini ödüllendiren özel
mülkiyet hakları, verimliliği ve üretkenliği artırmak ya da daha temel bir ifadeyle
daha fazla bilgi ve yeni teknikler edinmek için doğrudan bir teşvik sağlar." Yerli
halklar, tüm insanlar gibi, teşvik unsurlarına yanıt verirler. Mülkiyet hakları iyi
tanımlandığında, kaynakları kirletme veya aşırı kullanma olasılıkları çok daha
düşüktür.
Çevre yöneticisi Terry L. Anderson yaptığı yayınlardan birinde, aileler doğrudan
mülkiyet haklarına sahip olduğunda yaban hayatının nasıl korunduğunu çok
güzel bir şekilde anlatmaktadır: "Bu aile arazilerinde hayvan kaynakları, bilinçli
bir şekilde gerçekleştirilen dönüşümlü avlanma sistemleri ile korunmakta ve aile
grupları tarafından bu araziler, yaratıcının atalarına bahşettiği uzak bir zamanın
mirası olarak korunmaktaydı."
Tarih boyunca insanlar toplumsal hedeflerini ilerletebilmek için doğayı manipüle
etmeye çalışmışlardır. Tüm bireyler gibi yerli halklar da çevrelerini dönüştürmüş
ve çağdaş akademisyenlerin sürdürülemez olarak değerlendirdiği faaliyetlerde
bulunmuşlardır. Ekonomik büyüme ve sürdürülebilir kalkınma arasındaki
dengeyi korumak, akıllı düşünme ve strateji gerektiren bir zorluktur. Çevreciler
çağımızın görünürdeki aşırılıklarından memnun olmayabilirler, ancak yerli
toplumların pre-kapitalist düzenine geri dönülmesi için lobi faaliyetleri
yürütmek ekolojik krizleri önleyemeyecektir. Mülkiyet haklarıyla desteklenen
serbest piyasa modelinin, kirlilik ve kaynakların tükenmesiyle mücadelede en
becerikli sistem olduğu kanıtlanmıştır.
Çeviren: Howard Phillips
1. “6 Ways indigenous peoples are helping the world achieve #Zero Hunger,” Food and Agriculture Organization of
the United Nations, Aug. 9, 2017, http://www.fao.org/zhc/detail-events/en/c/1028010/.
2. C. Martin, Keepers of the Game: Indian-Animal Relationships and the Fur Trade (Berkeley: University of California
Press, 1978).
3. W.M. Lewis, Green Delusions: An Environmental Critique of Radical Environmentalism (Durham, NC: Duke
University Press, 1992).
4. R. Brightman, Grateful Prey: Rock Cree Human-Animal Relationships (Berkeley, CA: University of California
Press, 1993).
5. S. Krech, The Ecological Indian: Myth and History (New York: W.W. Norton and Company, 1999).
6. A. Isenberg, The Destruction of the Bison: An Environmental History, 1750–1920 (Cambridge: Cambridge
University Press, 2000).
7. Larry Schweikart, “Buffaloed: The Myth and Reality of Bison in America,” Foundation for Economic Education,
2002.
8. E. Burch, “Rationality and Resource Use among Hunters: Some Eskimo Examples.” In Native Americans and the
Environment: Perspectives on the Ecological Indian, ed. M. Harkin (Lincoln, NE: University of Nebraska Press,
2007).
9. R. Ellis, “What Black Elk Left Unsaid: On the Illusionary Images of Green Primitivism,” Anthropology Today, 1986.
10. R. Keesing, Cultural Anthropology: A Comparative Perspective (New York: Holt, Rinchart and Winston. 1976).
11. T. Headland, “Revisionism in Ecological Anthropology,” Current Anthropology, 1997.
12. D. North, Structure and Change in Economic History (Cambridge: Cambridge University Press, 1981).
13. T. Anderson, “Property Rights among Native Americans,” Foundation for Economic Education, Feb. 1, 1997
.webp)
Yorumlar
Yorum Gönder